GERÇEKLİKTEKİ İNSAN
- yunusemrecirak1
- 9 Haz 2023
- 7 dakikada okunur
İnsanoğlu olarak doğmak bize sunulan bir lütuf muydu? Yoksa tesadüfi olarak meydana gelen canlılardan olmak zorumuza gitti ve kendi gerçekliğimizi mi oluşturduk? Daha doğrusu gerçek sandığımız gerçek.
Gerçekliğimizin yok olması peki? Ölüm aklımıza gelir değil mi? Sonuçta eğer ki gerçek değilsen bir düşünceden veyahut bir yalandan ibaret olursun. Ya da bilinmezliklerle dolu bir ölü. İnsan evladının düşebileceği en acı senaryolardır bunlar. Descartes’in dediği gibi “düşünüyorum o halde varım” o halde varsak da düşünmemiz gerekir. Ne var ki biz düşünmüyoruz. Bize dayatılan bir gerçeklikte hapsedilmiş, kendini insan diye tanımlayan bir grup canlının hayallerine ulaşmalarını sağlayan bir merdiven basamağından ibaret olmuş durumdayız.
Bu yalancı gerçeklikte önümüze ne konursa tüketir hale gelmemizdeki en önemli etken ise şüphesiz medya ve tabii ki dolaylı yoldan teknolojiydi. Tarihi devirler boyu hızla gelişen medya son zamanlarda çığır aşmış ve önü alınabilir gibi durmuyordu. Herkes astığım astık kestiğim kestik dobra dobra konuşuyor, zekâ seviyesi belki bir primatla dahi kıyaslanabilir olan adamlar Twitter’da millete salladığı yazılar yazıyor, pekala biz de okuyorduk.
Bazı devlet veya özel kurumlar ise çoktan bu işe dahil olmuş, verileri saptırmaktan tutun tamamen kafalarından salladıkları haberleri yayımlar olmuşlardı. Sonuçta insanoğlu çok değişmişti ve önüne ne koyarsan inanan koyunlara dönüşmüştü. Bu değişim ise kuşkusuz insanların gerçeklikten sapmış olmasıydı.
Ta ki o güne kadar. Dijital dünyanın çöktüğü o gün. Elektrik ve internetin son bulduğu o gün. Bu günü ister bir son ister bir milat olarak tanımlayın. Ama inanın o gün insanoğlu adeta bir reenkarnasyon geçirdi ve yeniden doğdu. Bir nevi Nuh tufanı olarak da nitelendirilebilir, sadece herkesin nispeten sağ kaldığı türden bir tufan. Hepimizin bildiği gibi internet ve elektriğin gittiği o gün panik, telaş ve korku etrafımızı bürümüştü. Dijital eşyalardan tutun elektrikli aletler, fabrikalar, su santralleri ve dahası işe yaramaz olmuştu. Sadece pil, benzin ve kömür gibi enerji kaynaklarıyla çalışan makinelerle baş başa kalmıştık.
Artık insanlar gerçekle yüz yüzeydiler. Onlara sunulan gerçeklikten çıkmış oldukları gibi kendi gerçekliklerine kavuşmuşlardı. Bunda en önemli etken tabii ki telefon ve bilgisayarların işlevsiz kalmasıydı. İnsanlar birbirleriyle artık sadece gerçek iletişimler kurabiliyor, yalancı duygular tarih oluyordu.
İlk zamanlar çok sancılıydı. Sudan çıkmış balığa dönen insanlar ilk başta doğal olarak kendilerini bir yalnızlığın ortasında bulmuşlardı. Markete dahi gidemeyen bir insanlıktan bahsediyorum. Her şeyin ayağına kadar geldiği, tüketim çılgınlığına kapılmış bir insanlık. Kurduğu tek iletişim WhatsApp grupları olan bu insanların artık kimi kimsesi yoktu. Kocaman kocaman metropollerde akrabalarıyla dahi uzak uzak yaşayan insanlar sadece arkadaşlarıyla görüşüyordu. Bu arkadaşlıklar da tamamıyla sosyal medya üzerinden olunca dımdızlak kalınıyordu işte.
İnternet ve elektriğin yok olmasının nedeni ise bir türlü çözülemedi. Devletler üstü bir güç veya uzaylıların yaptığına dair komplo teorileri insanların dillerindeydi. Haliyle medya da ilk zamanlar tamamıyla çökünce bilgi akışı her kesimde durmuştu. Devletler alarm durumuna geçmişler fakat büyük bir iletişim sıkıntısından durma seviyesine gelen bürokrasi yaşamı felç etmişti. Dünya öyle bir dijitalleşmişti ki attığınız adıma kadar internetten kontrol eder olunmuştu. Bu devlet kademelerinde bu seviyede olmasa da yine çok ciddi bir problemdi. Yukarıdan emir veriliyor ama emir bir alt kademeye ulaşamıyordu. Böyle olunca üstü tozlanmaya başlayan posta teşkilatlarının kapıları çalınmaya başlanmıştı.
Bir yandan da büyüğünden küçüğüne her insan, işletme ve devlet batmanın eşiğindeydi. Özellikle dijitale muhtaç yüzlerce sektör bir günde yok olmuştu. Sadece sektörler değil meslekler, hobiler, hayatlar son bulmuştu. Hastanelerde elektriğe muhtaç hastalar can vermişti. Elektrikle tedavi edilen hastalıklar kimsesiz kalmıştı. Ölüm haberleri gelmişti. İntiharlar, cinayetler baş göstermeye başlamıştı. Durum pek iç açıcı ilerlemiyordu.
Ordu sokağa indirilmiş, pek çok ülke geceleri sokağa çıkma yasağı uyguluyordu. Kimileri güvenlik dese de bütün bunları devletlerin planı olduğunu diyenler de vardı. İşin aslı ise devletlerin de panik yapıp olası bir kaosu engellemekti. Ne var ki iletişimin 19. yüzyıla döndüğü bu zamanlarda devletler hiçbir şeyi kontrol altına alamıyordu. İnsanlar güven sorunu çekiyor, karaborsa piyasalarında silah ticaretleri artıyordu.
Aslında insanların ellerinde avuçlarında sadece gerçekler kalmıştı. İncecik bilgisayar ekranlarındaki o soyut dijital dünyadan, sanal gerçeklikten çıkmış; hasret kaldığı özüne, silaha dönmüştü. Silah bu dünyanın tek gerçeğiydi belki. İlk insandan beri değişmeyen nadir gerçeklerden. Bazen kendi canını korumak için silahı kullandı bazen canlar almak için. Yemek için silah lazımdı. Güç için silah lazımdı. Silahı iyi ve çok olan ise her zaman diğerlerinden üstteydi. İnsanlara hatta devletlere bu sayede hükmetti. Zaman geçtikçe para silahın yerini aldı. Peki neden? Yine silah almak için. Parası çok olanın silahı çoktu ve silahı çok olan o kadar gerçekti. Zayıf ve yalan olmaya o kadar uzaktı.
İnsanlar belki bu içgüdüyle hızla silahlandı. Devletlerin koydukları yasaklar, aldıkları önlemler onlara hiç etki etmiyordu. Para anlamını yitirmişti. Kimin fazla eşyası, arabası ve evi varsa o kadar zengindi. Sonuçta dijital dünyada banknot para diye bir şey kalmamıştı. Kimse cüzdanında nakitle gezmiyor dijital kart hükümdarlığı süregeliyordu. Anlayacağınız nakit paralar banka kasalarını süsleyen süslere dönüşmüştü.
Bu durum küresel ekonominin de durmasına dolayısıyla ülkeler arası etkileşimin de neredeyse sıfıra inmesine vesile oldu. Ticaret Lidyalılardan öncesine, takasa dönmüştü. En çok para eden şeylerse silahtı. Arabalar derseniz hala çok kıymetliydi ama yakıt büyük bir sıkıntıydı. Yakıt çıkarılmaya eski usülde devam ediliyor fakat işlenmesi büyük ölçüde can çekişiyordu. Haliyle bütün tesisler elektrik gücüyle çalışıyordu. Bunları kömür gücüne dönüştürünce de verim düşüyor hız azalıyordu. Bir de paranın işlevsizliği bunların alım satımını da çok güç durumu düşürüyor, durum karaborsacılara yarıyordu.
İnsanların arasında da büyük bir iletişimsizlik olunca yine bir insan içgüdüsü olarak insanlar gruplaşmaya başlamıştı. Özellikle bazı gelişmemiş ülkelerin hükümetleri zamanla çökmüş devlet diye bir şey kalmamıştı. İnsanlar kabileleşmiş yemek ve temiz su için çatışmalar baş göstermişti. Bir diğer büyük sorun da buydu. Yemek ve su. Sonuçta yiyecek sektörü de sanayileşmiş paket gıdalara bağımlı bir yeme kültürü oluşmuştu. Yeniden doğal tarıma geçmek de birden olmuyordu. Temiz su ise eğer bir nehir veya gölün yakınında değilseniz ki onların da ne kadar temiz oldukları önemli pet suya muhtaçsınız demektir. Şebeke suları, santraller çalışmayınca otomatik kesilmişti zaten. İnsanlığın beklediği su krizi, beklediğinden erken gelmişti anlayacağınız.
Yeme içme sıkıntısının en büyük yaşandığı yerler doğal olarak şehirlerdi. İnsanın çok olması rekabeti arttırmış, açlıktan ve susuzluktan ölümler başlamıştı. Gelişmiş ülkelerde devletler insanları şehir dışlarına yerleştiriyor, şehirleri üs bölgeleri yapıyorlardı. Büyük büyük nüfusları birden göç ettirmek ise hiç kolay değildi. İsyan edenler oluyor, zorluk çıkıyordu. Bu durumda ister istemez hayatta kalan devletler çözümü sert ve baskıcı politika ve rejimlerde buluyor, kaos çıkmasını engellemek istiyorlardı. Fakat işleri çok zordu. İnsanlar devletleri dinlemiyordu. Batı’sından Doğu’suna bütün ülkelerde insanlar gruplaşıp çeteleşiyor askere dahi başkaldırıyordu.
Tek gerçek, şehirlerin yaşanmaz yerlere dönmesiydi. İnsanlar isteyerek veya istemeyerek şehirleri terk etmeye çalışıyordu. Bazı şehirleri asker kontrol altına alıyordu, bazısına ise hiç dokunmuyordu. İki türlüsü de ayrı belaydı. Asker olanda devletler hala kendilerini güç sanıp patronculuk oynuyordu, diğerlerinde ise soyguncular ve silahlı çeteler bölge bölge türüyordu.
Hükümetler can çekişiyordu. Ellerinde tek koz ordu kalmıştı, o da yavaş yavaş kendini yöneticilerden üstün görmeye başlıyordu. Kendilerine muhtaç olan yöneticileri avuçlarına almaya başlamış, kimi hükümetleri ise darbeyle indirmişlerdi ve başa oturmuşlardı. Evet, birçok ülkede ise ordu yönetimi almıştı. Bu yönetimlerde aslında bütün devletlerde artık sınırlar ortadan kalkmıştı. Şehirler bir keşmekeşin ortasındaki merkez, çevresinde ise yaşama tutunmaya çalışan insan grupları kalmıştı.
Asırlardır süregelen milliyetçilik bu devirde son bulmuştu. Irkı ve kökeni ne olursa olsun insanlar hayatta kalmak için gruplaşabiliyor, temiz su ve yiyecek üretebilecekleri topraklara yerleşmeye çalışıyordu. Burada gruplar bölgeler için savaş veriyor, hayatta kalmak için başka hayatları söndürüyorlardı. Kazanan taraf diğerlerini bölgeden sürüyor, temiz suya ve toprağa sahip oluyordu.
Büyük ölçüde nerdeyse hiçbir devlet kalmamış, olanlar da ya bir şehre yerleşmiş belediyecilik oynuyor ya da devrilecekleri gün için gün sayıyordu. Her insan artık gerçek anlamda bir bireydi. Kimseden emir almıyor, ne yapacağına kendi karar veriyor ve kendi başına hayatta kalıyordu. İnsanlar daha önce hiç birey olamamışlar aslında. İnsan hakları sayesinde aslında dijital dünyada olduğu gibi insanı farklı bir gerçeklikte yaşamaya itmişler. Hak ve hukuk yasaları ile insanlığa özgür bir gerçeklik sunulmuş. O zamanlar bunu insan gözü kapalı bir şekilde, tartışma konusu dahi edilemeyecek bir konu sayıp gerçeklik adı altında nitelendiriyordu. Peki o gerçekti de bu kanunsuz dünya yalan mıydı?
İnsan nüfusu bu süreçte hızla azalmaya devam ediyordu. Bir ton ilaç kullanan herkes şimdi toprak altındaydı. Sadece ilaç kullananlar değil insanlar hastalanınca iyileşemiyorlardı. İlaçlara ulaşmak çok zordu ve değerliydi. Bunun dışında savaşlarda ölen insanların haddi hesabı yoktu. Bu noktada en çok kıyımı yapan askerlerdi. Sonuçta her bölgede genelde en büyük güç onlardı. Silah üstünlüğünden kişi sayısına bütün üstünlüklere onlar sahipti. Ne var ki ordular da artık sadece kendi şehir yönetimleriyle sınırlıydı ve eskiden aynı ülkede yaşadıkları diğer askerlerle dahi çatışmaya girebiliyorlardı. Güç ve hayatta kalma hırsı gözleri bürümüş korkunç boyutlara ulaşmıştı.
İnsanları artık birbirlerine bağlayan hiçbir şey kalmamıştı. Yıllar boyu savaşlar büyüdü ve hiç azalmadı. Güçlü olan zayıfı yendi. Çoğu zaman buna ihtiyacı olmamasına rağmen bunu yaptı. İnsanlar zarar aldıkça da doğa kendini yeniledi. Zamanında insanoğlunun kendisine verdiği zararları çok çabuk toparlayabiliyordu kadim doğa. Bir yandan doğayı koruma altına alırken bir yandan onu vahşi bir hayvan gibi yok etmişti eskiden. Şimdi insanlar kendi kendini yok etmeye başlamıştı. Kendi kendinin doğal afeti olmuştu insan. Dünyanın hemen her yerinde bu sapmadı. İnsan ırkı, sayısını kendi bile isteye azaltmıştı. Bu neden böyle oldu sorusunu kendine hiç sormadı. Sadece devam etti.
Gerçek insan bu muydu? Şimdiye kadar hep kafesinden çıkmayı bekleyen bir kaplan mıymış insan? Evet dünya üzerindeki en vahşi yaratık olduğunu önceden de biliyorduk ama bu boyutu kimse kestirememiş olsa gerek. Tüm bu düzeni kuranlar bile belki. Bilinmezlik içindeki bir nedenden mi insanlık yok olacaktı? Bir gerçeklikten çıkmıştı ve gerçek benliğine dönmüştü insan ama bu benlik onun sonu oluyordu. Belki de bu gerçeklik ona ağır gelmişti. Ataları gibi yaşamak bu kadar zor olmamalıydı üstelik. Onlarda olup şimdiki insanda olmayan ne vardı. Hangi alanda evrim geçirdi de bu raddeye kadar gelebildi yaptıkları? Gerçeklikten çıktığı gün müydü yoksa insanın evrim geçirdiği an?
Kendini gerçek sandığı gerçeklikte, sanal gerçeklikler kurarak oyaladı hep. Zihnini ve bedenini gitgide zayıf düşürdü bu yaptıklarıyla. Bilimsel olarak devrimler yaptı ama gerçekliğin temelini oluşturan düşünme eylemini tarihe gömdü. Zamanında bilimle felsefenin kardeş olduğunu unuttu ve felsefeye üvey evlat muamelesi yaptı. Neden var olduğunu, neden hayatta kalmaya çalışmak istediğini kendine sormadı. Sadece yoluna baktı, karşısına çıkan engelleri aşmaya çalıştı. Hedefe o kadar kendini kaptırmıştı ki süreci unuttu ve yaşamdan zevk alamadı. Hayatı çok hızlı yaşadı ve yaşlanınca buna pişman oldu. Bu yüzden zaman alıcı ve stresli meslekler hep daha kazançlıydı. İnsan yorulduğu an kadar yaşlanıyordu bir nevi. Gerek bedensel gerek zihinsel.
İnsan esas gerçekliğine geri dönünce de bu yaptığı büyük hataları yine devam ettirerek ilerledi. Karşısında büyük bir engel vardı ve direk bu engeli aşmaya odaklandı. Düşünmeden hareket ettiği bu süreçte en çok hasarı kendine verdi. Giderek vahşileşti ve düşünme gibi bir yetisi olduğunu dahi unuttu. Kendisini ve türünü artık sadece bir et yığını olarak görüyordu. İnsan diye bir şey kalmamıştı. Bunu kıyamet olarak da görebilirsiniz, bir türün yok oluşu olarak da. Ama hepimiz biliyoruz ki insan düşünmeyi bıraktığı anda zaten ölmüştü.
Yunus Emre Çırak
Son Yazılar
Hepsini GörSon zamanlarda bir laftır ağızlarda. Düzen bozuldu. Ne olacak bu düzen? Yoksa hep bozuktu da nesillerdir insanoğlu anlayamamış mıydı?...
Hayattan tam olarak ne bekliyoruz? Ondan beklentilerimiz ve isteklerimiz doğrultusunda mı yaşıyoruz? O halde istediğimiz şeyler,...
Yok olmanın tanımı nedir? Mekan ve akan zaman içerisinde artık bulunmamak ortadan kaybolmaya yok olmak denilebilir. Peki aslında böyle...
Comments